Üniversitede sinema okumamış ancak sinema hayatı üniversitede başlamış olan Tunç Şahin’le yollarımız, Antalya’da buluştu.
Tunç Şahin, kariyerine kısa filmlerle başlayıp ardından ilk uzun metrajlı filmi Karışık Kaset’le sinemaya büyük bir açılış yaptı. Uygar Şirin’in aynı adlı kitabından uyarlanan film, tam da adı gibi müziği merkezine alıyordu. Aşkını kaset doldurarak anlatmaya çalışan birinin hikayesinden sonra, evden çıkarken kontrol edilecekler listesine cüzdan, akıl ve psikolojiyi ilk sıradan giriş yaptıran filminin başına geçti. Başına gelen bir olaydan yola çıkarak yazdığı ikinci uzun metrajlı filmi İnsanlar İkiye Ayrılır, 57. Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde prömiyerini yaptı.
Biz de festivalin son gününde, ödül töreninden birkaç saat önce, söyleşimizi gerçekleştirdik. Tunç Şahin’in İnsanlar İkiye Ayrılır filmi, En İyi Senaryo Ödülü’ne layık görülürken Nezaket Erden’e de En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü kazandırdı.
Gamze Haykır: Öncelikle çok teşekkür ederim kabul ettiğiniz için. Hem kendi adıma hem de ekip adına çok mutlu oldum. Festival için buradasınız. Daha önce gelmiş miydiniz Antalya’ya?
Tunç Şahin: 2004’ten beri her sene olmasa da aralıklarla katılıyorum.
Festival süreci sizi için nasıl geçiyor?
Filmimle birlikte geldiğimden benim için çok değişik bir seyri var. Ben hep buraya başka amaçlarla geliyordum. Jüri olarak geldim, basın danışmanı olarak geldim ama ilk kez kendi filmimle geliyorum. Daha heyecanlı, ama bir yandan da pandemi nedeniyle çok daha limitli bir deneyim. Gösterilen film sayısı az ve gösterilen filmler bir kere gösterilebiliyor. Çağırılan basın görevlileri diğer yıllara göre daha az. Haliyle filmlerin etrafında oluşan tartışma imkanı çok daha kısıtlanıyor. Bunların yarattığı tatsızlık haricinde oldukça keyifli.
Festivalin, pandemi sürecinde olabilecek en iyi hali budur belki de.
Herhalde.
Önceki seneler çok daha renkli ve daha kalabalık oluyordu. Kortejler oluyordu. Pandemi nedeniyle herkes kendini geri çekiyor tabii.
Evet, mecburen. Yapılabiliyor olması bile büyük bir cesaret. Kazasız belasız bitecek diye ümit ediyorum.

Bildiğim kadarıyla İTÜ-Elektrik Mühendisliği mezunusunuz. Fakat şu an karşımda bir yönetmen olarak oturuyorsunuz. Bu nasıl oldu?
Okuduğum okulda da, yani mühendislik fakültesinde de sinema kulübüyle içli dışlıydım aslında. Eğitimim sırasında da mezun olduğumda da bu mesleği yapmayacağıma karar vermiştim. Daha okul yıllarındayken, amatör de olsa bir şekilde setlerin içine dahil oldum. Bir Film yapım dağıtım şirketinin ortaklarındanım ben. 18 senedir sektörün içindeyim. İstemekle ilgili galiba biraz. Ben hep “Nasıl girebiliriz?” diyebilen insanlara şu örneği veriyorum: Sinemayla ilgiliyse bir iş, “Evet” diyeceğim diye bir kararım vardı. Ne olursa olsun. Sinemayla ilgili olduğu sürece. Çeviriyse çeviri, mihmandarlıksa mihmandarlık… Öyle bir hayatta ilerlerken bu yol beni buraya getirdi.
Kısa filmler yaptınız, uzun metrajlı filmler ve dizi yaptınız. Ben sizi ilk olarak 2014 senesinde Karışık Kaset filminizle tanımıştım. 2014’ten bugüne kadar 6 senelik bir ara söz konusu, dizi hariç tabii. Bunun özel bir sebebi var mı yoksa bir şeylerin demlenmesini mi beklediniz?
Yo, aslında. Bir yandan film yapmak uzun, pahalı ve zor bir süreç. Şartların bir araya gelmesi de zor. 2014’le bu zamanın arasında 7yüz diye bir proje var BluTV’de. Yedi tane bir saatlik filmden oluşan, tam bir dizi gibi değil de, her biri kendi içinde başlayıp biten böyle orta metrajlı filmler. Bu proje bana ait. Yani dört tanesini ben çektim, beş tanesinin senaryosunu yazdım, diğerlerinin hikayeleri bana ait. 2017 senesinde gerçekleşen bu proje, aslında en az filmler kadar yorucu ve verimli bir süreçti. Daha hızlısı da olur muydu, her sene bir film çekilebilir miydi, bilemiyorum. Türkiye’nin şartları, bir projeyi ayağa kaldıracak finansman oluşturmak zaman alıyor. Şartlar yerinde olursa seneye de bir şey çekmek isterim.
Sonra da ikinci uzun metrajlı filminiz İnsanlar İkiye Ayrılır’la döndünüz. Filminiz ilk olarak Altın Portakal’da gösterildi. Filme gelen tepkiler ne yöndeydi?
Evet, bütün filmler prömiyerlerini burada yaptılar. Gayet güzel. Seyircinin olumlu ve tatlı bir yaklaşımı var. Çevreden duyduklarım da keyifli. Filmin başı ve sonuyla ilgili eleştirileri olan insanlar da var. Onlarla bu konu üzerine konuşmak da keyifli bir süreç. Tam beklediğim gibi geçiyor.
Sürprizli bir film aslında. Ben filmi izlerken 1 saat 40 dk boyunca, oturduğum yerden borçlanmış ve ensemde alacaklılar varmış gibi hissettim. Filmin konusunun çok gerçek olmasından kaynaklı bence. Şunu çok merak ediyorum: Filmin çıkış noktası neydi?
Kendim öyle bir durumda kaldım. (Gülüyor) Borç ve banka arasında kaldım, çok kızdım ve öfkelendim. Bu olayı yaşadığım anda hemen yazmak gelmedi tabii. Bir süre sonra, insanlar nasıl böyle şeyler yapıyorlar, nasıl çalışıyorlar diye araştırırken ben bu hikayeyi orada çalışan insanların gözünden mi anlatsam gibi bir yere döndü. Sonra böyle bir anlatı oluştu.
Av ve avcı mevzusu aslında. Peki oyuncularla yollarınız nasıl kesişti?
Klasik işleyiş şekli. Film yapılmaya karar verildi, ardından casting yönetmeni dahil oldu. Var olan roller için kimlerle çalışabiliriz diye listeler çıkartılıyor ve o şekilde oyuncularla tanışmaya başlıyorum. Onların takvim durumu, bu projede olmak isteyip istememeleri durumunda çeşitli oyuncularla denemeler yapıyoruz. Sonra da hepsinden eşit derecede mutlu olduğum 6 kişilik full bir kadro çıktı.
Oyuncu kadrosuna baktığımız zaman Burcu Biricik, Pınar Deniz, Aras Aydın gibi isimleri görüyoruz. Bu popüler isimlerle çalışmak sizi korkuttu mu? Anlaşamayız veya seyirci ön yargıyla yaklaşır diye korkunuz oldu mu?
Onlar oyuncu, onların işleri o. Yönetmen olarak bana, onların ünlü olma miktarlarının anlaşıp anlaşılmadığının etkisi olmaması gerekiyor. Ne kadar ünlü oldukları veya ne kadar popüler oldukları mevzusuna gerçekten takılmadım pek. Seçmemde veya seçmememde etkisi olmadı. Çok dikkatli televizyon izleyen biri de değilim. Bu insanların oynadıkları çoğu diziyi seyretmemiş oluyorum. O yüzden öyle bir etkilenme olmadı. Text üzerinden çalışıp, zihinlerimiz uyuşuyorsa devam ediyoruz.
Çekimler ne kadar sürdü ve zorluklar yaşadınız mı?
Filmin çekimleri 3,5 hafta sürdü. 6 Haziranda başladık. Tek zorluk pandemi süreciydi.
O zaman biraz karakterlerden gitmek istiyorum. Pınar Deniz, Ceren karakterini canlandırıyor. Ceren, iflas etmiş borçlu biri. Ceren hikayenin temelini oluşturuyor diyebilir miyiz?
Buna karar veremem sanırım. Hikaye Ceren’in borcuyla ilgili, ama aslında mevzu Duygu’nun nasıl bir insan olduğuyla ilgili. En başından beri onun işe girişi ve buradan nasıl çıkacağıyla ilgili. Öte yandan bu hikayeyi açan kişi avukat Müge. Müge geldiği zaman onun soruşturmasıyla başlıyor ve onun merakının giderilmesiyle bitiyor. Bu tür şeylerin tek bir doğru cevabı olmuyor zaten. Temel olarak Ceren’in hikayesidir veya Duygu’nun hikayesidir diye bakarsan aslında Tilbe’nin de hikayesi. Hamile bir kadının oraya gelip de ne pahasına olursa olsun çalışıp, oradan ayrılmasının hikayesi. Ana eksen kimin üzerinden döner dersen, belki bir tık Duygu’nun üzerinden diyebilirim. Onun her üç zaman dilimindeki davranışlarını görüyoruz. İş dışında görüyorsun, Ceren’in olmadığı zamanlarda görüyorsun ve işi planladığı haliyle görüyorsun.
Ceren mağdur olarak görüldüğü için, ister istemez onunla bir bağ kurmaya çalışıyoruz ama bu çok da mümkün olmuyor. Hatta bu filmde karakterlerin hepsiyle bağ kurmak zor gibi geliyor bana. Çünkü hangi karakterin nerede ne yapacağını kestiremiyoruz. Bunun sebebi, sürprizli olayları bozmamak adına mıydı?
Yo, aslında. Bir yandan da karakterler, seyircinin beklentisi yönünde davranmak zorunda değiller ya hani, gönlü birisine kaydığında fikrini değiştirebilen kişi Ceren. Film başlamadan önceki hikayesinde de çabuk karar veren, çabuk yanılan bir kadınmış. Aşık olduğu zaman birisi için kredi çekebilen birisi. Gönlü kaydığı zaman fikir değiştiriyor. Bu karakterle özdeşleşebilirsin, onun tarafını tutabilirsin, tutmayabilirsin. Ben aslında seyircinin kimin tarafını tuttuğuyla pek ilgilenmiyorum. O seyircinin karar vereceği şey. Ama sanırım seni kandırmayacak karakter Tilbe. Başından sonuna kadar aynı şekilde. Yoksa seyirciyi şaşırtmakla ilgili bir şeyim yok. Tutarlı davrandığını düşünüyorum Ceren’in. Öyle bir kadın. Çok çabuk ikna oluyor. Birisi bir şey söylediği zaman çabuk sinirleniyor, gönlü çabuk kayıyor. Gönlü kaydığı zaman onunla ilgili çok şey yapabiliyor. O yüzden ona güvenip güvenemeyeceği kısım seyircinin kararı.
Tilbe bu noktada vicdanı veya masumluğu temsil ediyor gibi algı var. Net bir şey söyleyebilir miyiz Tilbe için? Karakter dönüşümü fazla olmadı çünkü.
Olmadı diye bir düşünelim. Başlangıçta, ne pahasına olursa olsun borçluları ararım, zamanında sucuk tadımı da yaptırdım, işe ihtiyacım var diyen biri. Sonunda da aslında şunu görüyorsun: Ben burada çalışamayacağım deyip deyip –kuvvetle muhtemel bir süredir de diyor bunu- sonra da orası kötü bir yer, ben orada çalışmam diyen biri. Bir işe ne pahasına olursa olsun gireceğim diyen bir kadının, ben burada çalışmayacağım arkadaşım demesi, bir karakter dönüşümünden bahsediyorsan eğer, Tilbe için tam bir dönüşüm. Birbirine zıt iki durumda görüyorsun başı ve sonunda. Bu da karakter dönüşümünün tanımını gibi bir şey. Ama ben karakterlerin doğrudan bir şey temsil ettiklerine de inanmıyorum. İyiliği de kötülüğü de temsil etmiyor. O başka bir kültürden gelen, hamile bir kadın. Beddua yemekten korkuyor. Öyle bir şeyi var. Kimse çocuğuma bir şey yapmasın diye düşünüyor. Büyük bir ihtimalle de işe ilk girdiğinde, bir takım insanların ceplerindeki çocuklarının rızkını alıp bu durumla çok bağlantı kuramazken şimdi kurabiliyor belki de. Olgunlaşmış olması lazım orada çalıştığı iki sene boyunca. Vicdanı devreye girmiş mi? Girmiş gibi görünüyor. Ama kendisi tamamen vicdan diye bir şeyi mi temsil ediyor, onu bilmiyorum. Benim amacım o değil yani.
Bir de ben bu filmi katmanlı olarak görüyorum. Kazıdıkça altından sürekli bir şeyler çıkıyor ve üç farklı zamanı anlatıyor. Bu zaman dilimlerinde Eray’ın durduğu nokta tam olarak neresi? Onunla ilgili filmde pek bir ipucu yok. Evet hırslı ve alaycı bir patron. Onun hikayesi yok gibi sanki.
İhtiyaç duyuyor muyuz? Bu bir dizi olmadığı için her karakterin, çocuğu çoluğu gibi unsurlara hikayeye katkısı olmadığı sürece ihtiyacımız var mı? Ben olmadığını düşünüyorum. Eray’ı tanımlayabilirsin filmin sana verdiği donelerle. Büyük bir ihtimalle yeni yırtmış birisi. Görmemiş gibi davranıyor. Elindeki güçle böbürlenen, çalışanlarını ezmekten bir nevi keyif alan bir adam. Bir yandan da aslında kendi işini yapıyor, önüne gelen işi yapıyor. O yapmasa başkası yapacak işi. Aslında kağıt üzerinde baktığımızda yanlış yaptığı bir şey yok. Kendini temize çıkarmak için de insanların ikiye ayrıldığını düşünüyor. Ben bunu hak ediyorum diyor. Ben avcı yanlısı bir insanım, ben o tarafa düşmem diyor muhtemelen. Onunla ilgili daha fazla bir doneye ihtiyacı yok hikayenin. O dizi anlatısına giriyor.
O halde bu film için mutlak olarak iyi ve kötü taraf var diyemiyoruz?
Hayatta diyebiliyor musun?
Çok zor. Hep vardır ya, siyah-beyaz, iyi-kötü, güzel-çirkin. Burada da borçlular ve alacaklılar var. İyi taraf mı kötü taraf mı?
Eray Bey haklı çıkmıyor ya, insanlar ikiye ayrılsa bile kimin kim olduğunu anlama şansın yok aslında. Bu iyi, bu kötü diyerek çıkamayız işin içinden. Sonuçta Duygu ile Bahadır’ın yaptığı da kendi çalıştıkları şirketi soymak. Onları aklayabilir miyiz, haklılar mı bilmiyorum. Evet sebepleri var. Biz yapar mıydık? Belki yapardık. Onların yaptıkları şeyden mutlu oluyoruz. Ama bu onları iyi veya kötü insan yapar mı, bilmiyorum.
Evet, net bir cevabı yok dediğiniz gibi. Şunu da çok merak ediyorum. Kısa filmler, dizi, uzun metrajlı filmler yaptınız ve yapımcılık kısmında da yer aldınız. En özgür hissettiğiniz alan hangisiydi?
Hepsinin çalışma çeşitleri ve zorlukları farklı. Esasen en yoğun olarak yaptığım şey senaristlik. Senaryo yazmak çok daha yalnız bir şey. Çok daha uzun süren, daha zorlu bir süreç. Yönetmenlik çok kolektif bir iş. O filme dahil olan, kredi bloğunda akan yüzlerce kişinin işini tek bir doğrultuda yönetmek durumu. Bir gün içinde binlerce kişiyle konuşmak gerekebiliyor. Çok yoğun bir şey. Daha kompakt bir sürede daha yoğun çalışıyorsun. Yapımcılık daha riskli bir süreç. Daha uzun. Keyifli bir şey ama. Bir projenin işleyiş mekanizmasındaki finans yapısını kurmak ya da kişilerin nasıl çalışacaklarını, birbirlerine nasıl hizmet edecekleriyle ilgili hizmet vermek de güzel bir şey. Bu filmde kredi bloğuna bakarsak üçünde de varım. Hem ortak yapımcı olarak görünüyorum hem senaristiyim bu işin hem de yönetmeniyim. O yüzden bir tanesinden vazgeçmek istemem. Üst üste film çekemem, ölürüm büyük ihtimal yorgunluktan. Sürekli senaristlik yaparsam depresyona girerim. Tek başına olmaktan kaynaklı. O yüzden ara bir yerdeyim. Bu durumlar arasında gidip gelmek hoşuma gidiyor benim.
Biraz konudan bağımsız olarak soru sormak istiyorum. Keşke ben çekseydim dediğiniz film veya filmler var mı?
Yok aslında. Altın Portakal’da da bu soruyu sordular. Soruyu sordukları için en çok sevdiğim filmi söyledim. Filmi çekmek istemezdim, çekilmiş çünkü zaten. Yönetmen olarak, ben çekseydim demek, daha güzelini yaparım demek gibi. Eğer öyle bir şey seçeceksem çok daha iyi olmadığını düşündüğüm bir şeyi seçerdim. Gidip daha iyisini yapayım demek mi? Bu sorunun ne anlama geldiğini tam olarak anlamıyorum. O yüzden ben de onlara en sevdiğim Türk filminin cevabını verdim: Yavuz Turgul’un Fahriye Abla filmi. Filmi çok beğendim. Yavuz Turgul çekmiş. Ben niye çekeyim onu?
Son sorum. Çok sevdiğiniz bir kitap, bir de çok sevdiğiniz yönetmen var. Hangi kitabı hangi yönetmenin uyarlamasını isterdiniz?
Film olmasını istediğim bir kitap var mı diye düşünüyorum… Film olması gerektiğini düşünsem, kendim çekmeyi hayal ederdim büyük ihtimalle. Bunu bu yönetmen çeksin diyebileceğim bir kitap söyleyemem galiba. Çok kurmadığım bir şey bu. Şu yönetmen bu kitabı çok iyi çeker… Aklıma gelmedi.
Gelecek projelerinizde sinema filmi var mı yoksa dijital odaklı mı gideceksiniz?
Bir sürü şey var ama hangisinin önce olacağını bilmiyorum, net değil.
Bakalım nasıl ayrılıyormuş insanlar ikiye diyenler için: