Basın yönetenlere değil yönetilenlere hizmet etmelidir. Bu anlayıştan uzaklaşan basın, bir maşa olmaktan ileri gidemeyeceği gibi, yok olmaya da mahkumdur. Steven Spielberg imzası taşıyan ve büyük olasılıkla yılın filmleri arasında gösterilecek The Post, gazetecilerin elinde tutmaları gereken gücü, gerektiğinde cesaretleriyle harmanlayarak kullanmalarını söyleyen bir film olarak karşımıza çıkıyor.
İfade etme özgürlüklerini kullanmalarına rağmen tutuklanan gazetecilerin sayısının hayli fazla olduğu, sansürlenen yazı dizilerinin, dava açılan gazetelerin varlığıyla yıllardır yaşamaya çalışan basın özgürlüğünün her geçen gün azaldığı ülkemizde; gazetecilerin sorumlu davrandığı, halka karşı kendilerini sorumlu hissedip gizlenen gerçekleri yaymalarını konu edinen bir filmin gösterime girmesi gerçekten ironik. Çünkü bu film gerektiğinde yönetenlerle çatışmak gerektiğini, önemli olanın çıkar ilişkisi olmadığını, basın araçlarının birbirini kötülemek yerine aynı safta yer almaları gerektiğini söylüyor.

Filmimiz vietnam savaşı’yla açılıyor. orada ölen amerikan askerlerini görüyoruz. Neden oradalar? Kimin için savaşıyorlar? Savaşı kazanıyorlar mı, yoksa çoktan kaybettikleri bir savaşın içinde kurban olarak, halkın gözünü boyamak adına mı oradalar? Tüm bu soruların cevapları top secret adı altında saklanırken, Vietnam Savaşı’nı gözlemek ve notlar almak için oraya gönderilmiş savaş karşıtı Daniel Ellsberg (Matthew Rhys) adlı ordu analisti, bu belgeleri gazetelere sızdırıyor ve sonrasında o malum ikilem baş gösteriyor: bunlar basılmalı mı, yoksa hiç elde edilmemiş gibi hayatın akışı devam mı etmeli?
Bu ikilemi filmin iki ana kahramanı Washington Post editörü Ben Bradlee (Tom Hanks) ve gazetenin sahibi Kay Graham (Merly Streep) eşliğinde yaşıyoruz. Doğru olan ne? Kennedy’den Johnson’a oradanda Nixon’a kadar sürüp giden ve Kennedy’nin söylemiyle “Amerika savaş çıkarmaz” yalanının ifşa edilmesi ve halka bunca zamandır hangi yalanlarla yönetildiklerini söyleyip Vietnam Savaşı’nda çocuklarının boşu boşuna öldüğünü açıklamak mı? Yoksa devlet büyükleriyle yakınlıklarını koruyup Beyaz Saray’da düzenlenen davetlere katılmaya devam etmek mi?
Spielberg, yarattığı yalın ortamdaki dönem atmosferine izleyiciyi sürüklüyor. Gazetecilerin yaşadığı gerilimi iyi bir şekilde hissettirirken son sahnesiyle de All The President’s Men’e (Başkanın Tüm Adamları) selam çakıyor. Ayrıca Kay Graham’ın erkek egemen toplumda son sözü söyleyen bir kadın olarak karşımıza çıkması filmi feminist açılardan kuvvetlendiren bir unsur. Öyle ki takım elbiseleri içinde boğulmuş yönetim kurulu erkekleri, “prestijimiz ne olur” diye düşünürken Kay Graham olaya anaç yaklaşıyor ve “bu durumdan Vietnam’daki askerler etkilenir mi diyor?” basma hakkını korumanın yolu basmaktır, cümlesini motto edinebilecek olan film sadece bize Ben Brandlee gibi cesur gazetecilerin hikayesini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda cesaretin gerçeklerden geldiğini, elinde gerçekleri tutanın cesur olabileceğini söylüyor.