• Hakkımızda
  • İletişim
  • Gizlilik Politikası
  • Novicinema Yazarı Olmak
Sonuç yok.
Tümünü Göster
  • Giriş
  • Kaydol
Novicinema
  • Ana Sayfa
  • İnceleme
  • Liste
  • Haber
  • Test
  • Podcast
  • Fanzin
  • Hakkımızda
    • İletişim
    • Ekibe Katıl
  • Ana Sayfa
  • İnceleme
  • Liste
  • Haber
  • Test
  • Podcast
  • Fanzin
  • Hakkımızda
    • İletişim
    • Ekibe Katıl
Sonuç yok.
Tümünü Göster
Novicinema
Sonuç yok.
Tümünü Göster

Sonbaharı Karşılayan Filmler

Gamze Haykır
26 Eylül 2020
Liste
7 min read
Sonbaharı Karşılayan Filmler
12
SHARES
PaylaşTweetleWhatsApp'tan Gönder

Yaz mevsimine son kez, “gitmek zorunda mısın?” bakışı atabilirsin. Çünkü şıpıdık terlikleri, güneşle burun buruna gelişleri ve denize düşen karpuz kabuklarını, Eylül sonuna gelişimiz vesilesiyle geride bıraktık. Şort-tişört kombininin yerini ince hırkalar, nasıl giyildiği unutulan pantolonlar ve teki bulunamayan çoraplar alacak. Hatta ve hatta ne olacak biliyor musun? Yazın üstümüzde bıraktığı neşe koşar adımlarla gidecek, yerini hüzüne bırakacak. Mevzubahis sonbahar olunca melankolik konuşmalar belirdi bile. Ama zararı yok. Nefis filmler var. Şöyle düşün, yolda yürürken bastığın kurumuş yaprak sesi var ya, öyle bir şey gibi.

Autumn Sonata (Ingmar Bergman, 1978)

“Anne,
benim acım senin gizli zevkin midir?”

Kişinin “ben” öfkesinin dışavurumunu Ingmar Bergman’ın güvenli ellerinden çıkan Autumn Sonata’yla izliyoruz. Sonbaharın aldatıcı havasının yaşandığı anne – kız hesaplaşmasının en dokunaklı hali, içimize bir sızı bırakıyor. Sanatını her şeyin üstünde tutmuş bir anne ve annesini hınçla seven kızı… Açılmayacak olan kapıları ve asla kapanmayan yaraları kanatarak hatırlıyorlar.

Yedi yıllık bir aradan sonra birbirlerine kavuşmanın heyecanını yaşıyor Eva ve Charlotte. Eva, hayatı boyunca annesine yetemediğini düşünen ve annesinin kendisini sevmediğinden son derece emin bir kadın. Sevgisizliğin yüküyle mutsuzluk batağına itilen, orada da kendini aramaya çalışan bir kadın aynı zamanda. Annesi Charlotte ise, kariyer sahibi bir piyanist olan birinin çevresine yaşattığı travmatik anıların sahibi. Kızını görmeye gelişi aslında büyük bir iç dökümünün başlangıcı oluyor.

Anne kız kavuşması teatral bir şekilde, sanki hiçbir mesafe yokmuşçasına yaşanıyor. Ancak bu iki kadının yaptığı “rol”, ışıklar sönünce son buluyor. Her şey, bir gece, Charlotte ve Eva’nın aynı anda uyanıp aşağı kata inmeleriyle başlıyor. Charlotte, Eva’ya, “Beni seviyor musun?” sorusunu yönelterek, kurcalanmaması gereken yerlere değiniyor. Takındıkları sahte tavırlar, müthiş bir hesaplaşma sahnesiyle son buluyor. Kılıçlar çekiliyor, gözyaşları akıyor. Herkes sussun. Sadece Eva ve Charlotte, yani, Ingrid Bergman ve Liv Ullmann konuşsun.

Yarım kalınmış her şeye, pişmanlıklara, sahte duygulara, anne imgesinin anlamına, her şeye ama her şeye temas ediyor film. Kazıdıkça altından birçok yara çıkacağını bildiğimiz şeylerden kaçmaya çalışıyor ama kaçamıyor. En sonunda da sorguluyor: “Peki, sevgi adına her şey yapılabilir mi? Bence yapılmamalı, aksi takdirde ondan sevgi diye bahsedebilir miyiz ki?”

The Double Life of Veronique (Krzysztof Kieślowski, 1991)

Bu filme serbest dalış yapamıyoruz. Bu filmin iki yakası var: Fransız Véronique ve Polonyalı Weronika.

Bu dünyada yalnız olmadığını söyleyen, aynı gün farklı şehirlerde doğan iki kadının birbirini arama çabası yansıyor filme. Birbirinin varlığından haberleri olmayan bu iki kadın, birbirine ruhsal olarak bağlı. Bir nevi “diğer yarıyı arama” mevzusu. Weronika ve Véronique dış görünüş olarak birbirlerine çok benziyorlar. Biri, diğerinin paralel evrendeki yansıması adeta. Üstelik ikisinin de kalp hastası olması ve müzikle ilgileniyor oluşu da ortak paydada buluştukları kısım.  Biri sahnede şarkı söylerken müziğiyle birlikte ölüyor, diğeri müziği sadece öğretmenken bırakma kararı alıyor.

Weronika hayata veda ederken, yarım kalan hayatını Véronique devam ettiriyor. Polonya’da biten hayat Fransa’da tamamlanıyor. Bunların akabinde, Véronique’nin varoluşuna duyumsadığı sancı ve ruhunda hissettiği kayıp, yaşadığı yaşama sevinciyle bir arada veriliyor. The Double Life of Véronique, hayatımızla ilgili sayısız ihtimalin var olduğu bir “hayalet hikayesi.”

Spring, Summer, Fall, Winter… and Spring (Kim Ki-duk, 2003)

Huzur verici bir dinginlik, hiçbir şeye yetişme derdi olmayan bir akış ve merak uyandıran spiritüellik, bir gölün ortasında buluşuyor.

Kim Ki-duk, yaşlı bir keşiş ve yanında eğittiği minik çırağını, hayata bakmaya davet ediyor. “Yaşam, tekrardan ibarettir” düşüncesinden referans alarak, insan hayatının evrelerini dört mevsim üzerinden veriyor. Çünkü, yaşam çemberimiz tekrar ediyor haliyle. Bize öğretilenleri, biz de birilerine aşılıyoruz. Tıpkı mevsimler gibi, bu döngü de devrediyor kendini.

Budist manastırında yaşayan bir Budist keşiş, hayatın anlamını tüm bilge tavırlarıyla çırağına aktarıyor. Bunu sessiz adımlarla yapıyor. Çünkü her şey olması gibi olacaktır zaten. Sadece, empati duygusu için ince bir hissiyat lazım. Küçük çırağına unutamayacak dersleri bu şekilde veriyor. Eğer sen kurbağanın bacağına taş bağlayıp ona zarar veriyorsan, zarar görme sırası sende diyor. Bir taş da senin bacağına!

Şubat 2018’de yayınlanan Novicinema Fanzin’in, 3 numaralı sayısından. Sayının tamamına ulaşmak için tıkla.

Çırak kesişin hayatının her evresi mevsimler üzerinde anlatılıyor. Çocukluk yıllarının başlangıcı tıpkı İlkbahar gibi. Her şeye duyulan bastırılamayan merak ve yaşama sevinci bu mevsimin bileşenleri. Yaz mevsimiyle birlikte gelen coşku, ilkbahara ait saf duyguları biraz renklendiriyor. Gönlü hoş edecek bir aşk tam da bu mevsimde çıkagelip, sonrasında sessizce gidiyor. Sonbahar ise, ayrılık mevsimi. Yetişkin olmanın canımızı sıktığı kasvetli bir dönem olarak geliyor. Kış mevsiminde, çıraklıktan ustalığa terfi etmenin durağanlığı var. Kendini ve hayatı dinlemenin engellenemez sonu olarak tasvir ediliyor. Ve İlkbahar. Başladığımız yerdeyiz. Her şey olması gibi, başladı ve bitti.

Late Autumn (Yasujirō Ozu, 1960)

Yasujirō Ozu sinemasına bakıldığında hiç kuşkusuz göze çarpan en temel ögelerin;  ebeveyn, evlilik, aile ve kuşak çatışması olduğu hemen görülebilir. Late Autumn’u da bu kümeye dahil ediyor, sebebi ziyaretimi açıklıyorum.

Öhöm. Efenim, öncelikle sebebi ziyar- Çok hızlı gitmiyor muyuz?

Evlenmeyi aklından geçirmeyen 24 yaşındaki Ayako, annesinin çevresi tarafından acilen evlenmesi gerektiğine ikna edilmeye çalışılıyor. Mutluluğa ve refaha evlenmekle ulaşma düşüncesi… Bu bana bir yerlerden tanıdık geldi.

Ozu’nun, benzer yapıda olan filmleriyle benzer üslupta bir çizgi çektiğini biliyoruz. Ailesinden kopamayan ve durgun karakterleri merkeze alıyor. Tabii, bunları yaparken -özellikle de bu filmde- yöresel kıyafetleri ve Japon kültürüne ait birçok şeyi de kusursuza kullanıyor. Anne ile kızı arasında geçen diyalogları kendi kültürümüze yaslayabiliyoruz aslında. Eğreti durmuyor pek. Son sahnelere doğru Ayako ve annesi Akiko arasında geçen konuşmalar, “women supporting women!” haykırışlarına olanak veriyor.

Film, salt komediye teslim olmayan ve içe dokunan hissiyatı da elden bırakmayan formda olduğu için sevmemek elde değil.

Sonbahar (Özcan Alper, 2008)

Adıyla müsemma olan film, Doğu Karadeniz’in puslu havasının acısını ruhumuzdan çıkartıyor.

Şimdi herkes, sonbaharın gelişiyle kendine bir iyilik yapıp Sonbahar’ı izleyebilir. Onur Saylak’ın yüzünde taşıdığı mahzun ve kederli ifadeden mahrum kalmak istemezsiniz çünkü.

Yusuf var, devrimci Yusuf. 12 yıl cezaevinde kaldıktan sonra birkaç ay ömrü kaldığı için oradan ayrılıyor ve köyüne dönüyor. Onu bekleyen yaşlı annesi, bir de köyünün puslu havası var. Köyde akranı olan kimse kalmamış, kalbi desen devrim aşkıyla tükenmiş, sağlığı desen sayılı günü var. Yusuf’un aksine keyfine düşkün dünyayı sallamayan arkadaşı Mikail, Yusuf’un yüzünü güldürmeye çalışıyor. Geziyorlar, içiyorlar. Bu dar zamana bir de aşk sığdırıyor Yusuf. Sığamıyorlar.

Kısıtlı ömrüne, sevdiği kadınla yurt dışına gitmek için pasaport çıkarmak gibi fonksiyonel ama hüzünlü fikri bile sığdırıyor. Bunun bir diğer adı, yaşama tutunma arzusu. Sonbahar mevsiminin insanı alaşağı eden tarafı hazırda bekliyor o esnada. Çünkü sonbahar mevsimi sadece bedeni üşütmüyor, ruhları da buz gibi yapıyor.

Etiketler: Autumn MoviesAutumn SonataFallİlkbahar Yaz Sonbahar Kış ve İlkbaharIngmar BergmanIngrid BergmanIrène JacobJae-kyeong SeoKim Ki-dukKim Yeong-minKrzysztof KieślowskiLate AutumnLiv UllmannOnur SaylakÖzcan AlperSerkan KeskinSetsuko HaraSonbaharSonbahar FilmleriSonbaharda İzlenecek FilmlerSpringSpring Summer Fall Winter and SpringSummerThe Double Life of VeroniqueYasujirō OzuYoko Tsukasa
Gamze Haykır

Gamze Haykır

Editör. 1995 Ankara doğumlu. Pamukkale Üniversitesi İşletme bölümünün açtığı kapıyı kapatıp, yeni kariyerini inşa etme peşinde. Filmlerin içinde gezinir. Gördüğü güzellikleri fotoğraflar. Yaşadığı il olan Antalya için methiyeler düzebilir.

Yorumları görmek ve yorum yazmak için giriş yapmalısın.

TAPTAZE

Nuri Bilge Ceylan Sineması: Bir Zamanlar Anadolu’da

Nuri Bilge Ceylan Sineması: Bir Zamanlar Anadolu’da

17 Kasım 2021
Billie Eilish: The World's a Little Blurry

Bir Billie Eilish Kolay Yetişmiyor

26 Temmuz 2021
Aday Adayı: Nasipse Adayız

Aday Adayı: Nasipse Adayız

26 Haziran 2021
The Human Voice: Sinir Krizinin Eşiğinde

The Human Voice: Sinir Krizinin Eşiğinde

10 Mayıs 2021
İki Gün, Bir Gece: Kapitalizm Dilemması

İki Gün, Bir Gece: Kapitalizm Dilemması

27 Haziran 2021
  • Hakkımızda
  • İletişim
  • Gizlilik Politikası
  • Novicinema Yazarı Olmak

2022 © İskambil Creative Agency

Sonuç yok.
Tümünü Göster
  • Ana Sayfa
  • İnceleme
  • Liste
  • Haber
  • Test
  • Podcast
  • Fanzin
  • Hakkımızda
    • İletişim
    • Ekibe Katıl

2022 © İskambil Creative Agency

Hoş Geldin!

Google ile Giriş Yap
YA DA

Bilgilerinle giriş yap

Şifremi Unuttum? Kaydol

Yeni Hesap Oluştur!

Google ile Kaydol
YA DA

Üye olmak için formu doldur

Tüm alanlar zorunlu. Giriş

Şifre kurtarma

Şifreni resetlemek için e-mail adresini yaz.

Giriş