Kırbaçların, kelepçelerin, lateks kıyafetlerin ve topuklu deri botların olduğu görsel bir BDSM dünyası. Bir cerrah ve bir fizyoterapistin, günlük hayatının karanlık yüzü, mazoşist duyguların emri altında. Rahat! Hazır ol! Dikkat: Köpekler Pantolon Giymez!
Dogs Don’t Wear Pants; Gaspar Noe, Yorgos Lantimos ve Lors von Trier sinemasının rahatsız edici duygularını aynı potada eritip, “ortaya karışık” bir menü sunuyor. Fakat o kadar rahat elimizi uzatıp tadına bakamıyoruz. Acı, kan, ter ve göz yaşı elimize bir fiske vurup, “yavaş ol” diyor.
Kızıyla birlikte balık tutan, neşeli bir baba yani Juha, gölde boğulan karısını kurtaramadığı için yaşayıp bitiremediği bir travmayla cebelleşiyor. Aradan yıllar geçiyor fakat kendisi o acı eşiğinden bir türlü geçemiyor. Kendisiyle flört etme çabası içine giren kadınlara bile Finlandiya soğuğu kadar bir soğuklukla cevap veriyor. Kendisini doyuma ulaştıracak tek şey, karısının kokusu. Bu şekilde orgazm olabildiğini keşfetmiş ve hayatına, “girilmez” yazılı sarı bir şerit çekmiş. Yanında kalan küçük kızı da büyüyor, ergenliğine yaraşır şekilde piercing sevdasına bile tutuluyor. Kızı Elli’nin piercing yaptırdığı yerde zamansız ve plansız bir şekilde Mona çıkıyor karşısına. Yönetmen J.-P. Valkeapää, Mona eşittir dominatrix bir kadındır demiş ve Mona’nın kırbacına başarılar dilemiş.
Hazırsanız geliyor: Domine etme ve edilgen olma durumu üzerine konumlanmış iki kişinin ışık geçirmeyen dünyası! Bu noktadan sonra Juha, içine düştüğü ve asla çıkmak istemediği bir alana hapsoluyor. Travmatik bütün anılarını, hapsolduğu BDSM zindanına bırakıyor. O dünya bir kere tenine değdi ve daha da ileri gitme arzusunu tetikliyor. Matemini fiziksel acıyla tamir edecek ve travmasını Mona’nın boğazına yapışan ellerine teslim edecek. Sonra da pantolonunu giyip evine gidecek. Ama hayır, gidemezsin Juha. Köpekler tasma takar, bunu hatırla. Mona’nın, “Pantolununu çıkar!” emrinden ürkmene gerek yok Juha. Çünkü köpekler pantolon giymez, bunu da hatırla.

Juha, Mona’nın “güvenli” limanında yüzerken, duygusal kırılma yaşadığı anlarda eşinin boğulduğu suya dalış yapıyor. Rotası değişiyor, derinlere iniyor. Sevdiği kadını o gölün dibinden çekip alamamış olmanın pişmanlığı, her bir kırbaç darbesine tekabül ediyor. Mona’yla geçirilen her seansta boğazına dayatılan ve sımsıkı tutulan eller yardımıyla boğulmak istiyor Juha. Kafasına geçirilen poşet yüzünden alamadığı nefesini, suyun altında kalan karısının nefessizliğiyle bir tutuyor. Suyun dibinde kalan eşinin yanına bu şekilde ulaşıyor ve bu şekilde suçluluk duygusunu kaşıyor. Filmdeki cinsel haz dengesi çoğunlukla acıya, kısacık da olsa şefkate kayıyor. Dolayısıyla filmin hangi duyguyla hareket ettiğine dair kesinkes bir yanıt verilebilir gibi durmuyor. Kaldı ki BDSM’yi anlatmak ve onu 1 saat 40 dakikanın içine yaymak kolay bir iş de değil. Can yakma, şiddet ve fetişizm bunların hepsi kanata kanata gösteriliyor. Yara alan tırnağa her dokunuşta alınan haz ve kerpetenle çekilen dişlerin bünyeye sağladığı “öldürmeyen acı güçlendirir” motivasyonu enteresan bir hal alıyor. Çünkü Juha, o acının öldürmesini istiyor. Cinsel arzunun boyut atladığı ,değiştiği ve dönüştüğü bir sahip- köle ilişkisini izliyoruz. Bir kez daha görüyoruz ki herkesin acıyla baş etme yöntemi, yolu ve seçimi bir değil. Yaşanan olaylara getirilen çözümler, “sıradan olmayan” şeylere doğru yöne veriyor. Ölüme çok yakın duran Juha, intiharı seçmeyerek cinsel hazla ölüme balıklama atlamak istiyor. Fakat en nihayetinde, yüzünde aptal bir sırıtmayla sahibine bakıyor. Akıntıya karşı yüzmüyor, akıntıya da kendini bırakmıyor.
Dogs Don’t Wear Pants, yan karakterlere sapmadan sadece iki kişi üzerinden gidiyor. Hatta film, doğrudan sırtını Juha’ya dayıyor. Teknik anlamda çok tatmin edici olsa da bir şeylerin sakil durduğunun da altını çizeyim. İddialı bir film olduğu su götürmez bir gerçek, ama karakterlerin psikolojik yapılarına dair elimizde pek bir done yok ne yazık ki. Özellikle Mona, sanki havadan inmiş bir bilgisayar oyunu karakteri imajı çiziyor. Yalnızca fizyoterapist olduğunu ve bu mesleğini karanlık taraflarda da kullandığını biliyoruz. Bu durum fazla yüzeyde kalmış ve derinlere kök salamamış. Ama yine de elimizde iki önemli ipucu var: Birincisi, Mona’nın sıradan şeyleri sevmediği. İkincisi, köpeklerin pantolon giymediği.