Bu filmi yavaş yavaş incelememiz gerekiyor çünkü içinde pek çok meseleyi barındırıyor. Bunları bilmeden izlemeye çalışırsak filmi sıkıcı bulabiliriz. O yüzden elimden geldiğince filmin derinine inmeye çalışacağım.
İlk olarak filmin çıkış hikâyesiyle başlamak istiyorum. Madem film, senaristlerin tarafını tutuyor. Ben de Mank filminin senaristiyle başlayayım. Filmin daha başında Jack Fincher ismini görünce bu ismin David Fincher’ın kardeşi olabileceğini düşünmüştüm çünkü o an aklıma Nolan kardeşler düşüvermişti. Christopher Nolan’ın kardeşi Jonathan Nolan da abisi kadar yeteneklidir malumunuz. Ama Jack Fincher konusunda yanılmışım. Meğerse David Fincher’ın babasıymış. Filmin senaryosunu 1990’larda yazmış ve oğlu David senaryoyu, the Game (1997) filminden sonra çekmeyi planlıyormuş. Hatta filmin başrolleri için aklında Kevin Spacey ve Jodie Foster’ın isimleri varmış. Fakat senaryo bir türlü bir filme dönüşememiş. Bunun sebebi olarak da David Fincher’ın filmi siyah beyaz çekme konusundaki ısrarı gösteriliyor. 2003 yılında baba Fincher hayatını kaybediyor ve aradan tamı tamına 17 yıl geçtikten sonra oğlu, babasının senaryosunu filme dönüştürebiliyor.
Peki film ilhamını, daha doğrusu gücünü nereden alıyor? Sonuçta sağlam bir iddia ortaya atıyor. Citizen Kane (1941) gibi sinema tarihine adını altın harflerle yazdırmış bir filmin muazzam senaryosunu, Orson Welles ve Herman J. Mankiewicz (Mank)’in birlikte yazmadığını, senaryonun büyük ölçüde bizim Mank’e ait olduğunu söyleme cesaretinde bulunuyor. Bu iddiayı ilk olarak dile getiren kişi de sinema eleştirmeni Pauline Kael. 1971 yılında New Yorker’da “Raising Kane” isimli makalesinde kısaca, Orson Welles’in isminin senaryo yazarları arasında yer almayı hak etmediğini söylüyor. Tabii bu iddia o zamanlar büyük bir tartışma yaratıyor. Zaten söz konusu tartışma hala bitmiş değil. Herkesin kendince bir görüşü var. Fincher’ın kimin tarafını tuttuğu ise apaçık ortada.
Şimdi gelelim filmin geçtiği döneme. İlgili dönem üzerinden Hollywood’da ve Amerika’da neler yaşandığına bir bakalım. Film, 1930 ile 1940 yılları arasında gidip geliyor. Filmin düz bir anlatısı yok. Kimi zaman 30’ların sonuna kimi zaman da 30’ların başına gidiveriyoruz. 30’ların başını az çok biliyoruz aslında. 1929 büyük buhranıyla birlikte sadece Amerika değil tüm dünya, geçmesi zaman alacak feci bir ekonomik çöküşe adım atmıştı. Filmde buna pek çok yerde vurgu yapılıyor. Sinema emekçileri bir bir işlerini kaybediyor. Büyük patronlar ise ceplerinden para kısmamak için Oscar’a layık bir performansla çalışanlarına acı reçeteyi uyguluyor. Kendileri para kazanmaya devam ederken emekçiler, maaşlarının yarısından bir süreliğine vazgeçiyor.
Filmde sadece 1929 büyük buhranının etkilerini görmüyoruz. Sesli sinemaya geçişin de sancıları hissediliyor. Hollywood sesli sinemaya ilk defa 1927 yılında the Jazz Singer filmiyle geçiş yapmıştı. 1930’lardan sonra da hemen hemen tüm filmler artık sesli çekiliyordu. Tabii sessiz sinemaya hâkim olan oyuncuların bir kısmı bu döneme ayak uyduramadı. The Artist (2011) filmi bu geçiş dönemini muazzam anlatmaktadır. O dönemde yaşananları merak edenlere izlemedilerse bu filmi hararetle tavsiye ederim. Birileri bu tarz sancılı geçiş süreçlerinden zarar görüyorsa emin olun bir başka grup da bu süreçten illaki kârlı çıkacaktır. Tamamen olmasa da senaristler bu geçiş döneminin şanslı gruplarından biri oluveriyor. Çünkü oyuncular artık konuşacaksa haliyle onların ağzından çıkacak etkileyici cümlelere ihtiyaç duyuluyor. Yani seyirciyi ekrana kilitleyecek büyüleyici diyaloglar kullanılması ve iz bırakıcı hikâyeler anlatılması gerekiyor ve senaristlere gün doğuyor.
Sadece bunlar yaşanmıyor. Yine o yıllarda Almanya’da Hitler tehlikesi beliriveriyor. Hatta Hitler’in tartışıldığı o muhteşem sahnede kimse Hitler’i ciddiye almıyor. Birkaç yıl içerisinde Hitler’in gücünü kaybederek kaybolup gideceği söyleniyor. Bunların konuşulduğu dost meclisinde aksini söyleyen tek kişi ilginç bir şekilde Mank oluyor. Film boyunca Mank’in ince zekâsına ve akıl dolu dokunuşlarına maruz kalıyoruz. Film, çok açık bir şekilde her konuda Mank’in yanında olmamızı istiyor. Zaten filmin isminden mütevellit, tüm filmin ona adandığını görmemek aptallık olur. Bu, bence filmin zayıf yanlarından biriydi. Mank, fazlasıyla sempatik ve akıllı. Neredeyse kusursuza yakın resmedilmiş film boyunca. Alkolik olması bile onu küçük düşürmeye yetmiyor. Film, kesinlikle onun tarafını tutmamızı ve onu sevmemizi bizden bekliyor. Bana kalırsa Fincher, Mank karakterine çok duygusal yaklaşmış.
Bir de sosyalizm meselesi var tabii. Size garip gelecek ama sosyalizm fikri, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Amerika’da oldukça yaygındı. Savaştan sonra Sovyet’lerle giriştikleri Soğuk Savaş’tan ötürü Amerikan sosyalistleri bir anda ülkede “içimizdeki düşmanlara” dönüşüverdi. Hollywood’da bile 1930’lu yılların başından itibaren sosyalist ve hatta komünist fikirler ciddi bir karşılık buluyordu. Buhran sonrası artan sömürü düzeni Hollywood’u da fikren etkilemişti. Hatta filmde California valiliği için yarışan sosyalist adaydan da bahsediliyor. Sosyalizmin Amerika’nın ne denli içine girdiğini siz düşünün artık. Fakat İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da büyük bir cadı (komünist) avı başlıyor. Hollywood da bu avdan nasibini alıyor. Komünist yazar, yönetmen ya da oyuncuları tespit etmek için bir komite oluşturuluyor. Hatta kendisi de eski bir sosyalist olan Kayserili Elia Kazan, bu komiteye arkadaşlarını ihbar ediyor ve tek tek isimlerini veriyor. Mesele çok uzun olduğu için bu konu hakkında daha fazla yazmayacağım.
Filmde yukarıda bahsettiğim tüm konulara ucundan değiniliyor. Bunları bir türlü derinlemesine göremiyoruz. Fincher, Mank karakterine kafayı o kadar çok takmış ki yukarıda saydığım onca önemli meseleyi bile etkileyici bir şekilde filme yedirmeyi başaramamış. Konuların hepsi şöyle bir gündeme geliyor ve ardından kayboluveriyor. O yüzden filmi genel olarak Fincher’in diğer muazzam filmlerine göre zayıf buldum. Fakat filmin muhteşem sinematografisine ve akıp giden olağanüstü diyaloglarına da hayranlığımı belirtmeyi borç bilirim. Sonuçta kameranın arkasında Fincher gibi bir isim var ve ondan her şeyiyle kötü bir film bekleyemezsiniz.