“Mayıs, baharın artık gelmiş ağaçların iyice yeşerip kuşların ötüştüğü, uzun geçen bir kışın artık son bulduğu, insana huzur veren bir aydır, sıkıntısı olur mu hiç?“
Nuri Bilge Ceylan’ın ilk uzun metraj filmi olan Kasaba’nın devamı niteliğindeki Mayıs Sıkıntısı bizlere her bireyin kendi sorunlarına ve diğer insanların sorunlarına olan bakış açısını sunuyor. Filmde belli yaş aralıklarına sahip dört ana karakter var. İlki daha ilkokula giden, hayali müzikli bir saat olan Ali; ikincisi liseden mezun olmuş ancak üniversiteyi kazanamamış İstanbul’a gitme hayalleri olan Saffet; üçüncüsü orta yaşlarda olan ve film çekmek için doğup büyüdüğü topraklara gelen yönetmen Muzaffer; dördüncüsü ise sahip olduğu arazinin orman alanına dönüştürülecek olmasına karşı çetin bir mücadele veren Muzaffer’in babası Emin.
Filmin türü drama, komedi olarak geçse de bana göre bu film otobiyografi niteliğinde bir yapım. Filmin genel olarak üzerinde durduğu konu, film çekmek isteyen bir yönetmenin yaşadığı süreç ve bu sürecin zorluğu. Anlatılan bu zorluk ise Nuri Bilge’nin Kasaba filmini çekerken neler yaşadığı, hangi zorlu şartlara rağmen bu filmi çekebildiği. Filmde tüm bu sorunları gördükçe ne kadar zor bir işmiş deyip Muzaffer’e saygı duymamız gerekirken, aksine biz ondan nefret ediyoruz. Çünkü Muzaffer kendi çıkarları için insanları kullanan, aslı olmayan vaatler veren, kendinden başka kimsenin derdini umursamayan bencil bir adam. Özellikle “Pire Dayı” adlı karakterle olan sohbetini hayretle izliyorsunuz. Yıllardır beraber olduğu hayat arkadaşı ölmüş, artık yalnızlıktan sıkılmış bir adam evine gelen tek misafirle dertleşmek, ona ölen karısını anlatmak isterken karşıdaki adamın tek derdi kendine bir oyuncu bulmak. Yaşlı adamın anlattıklarına kayıtsız kalıp Saffet gibi ona da aslı olmayan vaatler verdikten sonra başka sulara doğru yelken açıyor. Babasının tapu-kadastroyla olan mücadelesine kayıtsız kalışı ise başka bir garip nokta. Nuri Bilge’nin sevdiğim özelliklerinden bir tanesi de işlediği her senaryoda tarafsız kalabilmesi ve karakterleri bütün gerçekliğiyle bizlere aktarabilmesi. Anlattığı kişilik kendi olsa dahi bunu hiç çekinmeden yapabiliyor. Bu filmde Muzaffer karakteri Nuri Bilge’nin gerçek hayattaki hali, ancak yönetmen bizim bu karakterden hoşnut olmayacağımızı bile bile iyisiyle kötüsüyle bütün ayrıntıları işlemiş. Yaptığı işlerde kalitenin üst noktalarda olmasının sebeplerinden biri de bu.
Saffet ise “Sana İstanbul’da iş buluruz fabrikayı boş ver benim filmi çekelim ayarlarız bir şeyler” diyen Muzaffer abisine güveniyor ve işi bırakıyor. Bir yandan ailevi sorunları da var, ki annesiyle sofra başında tartıştığı sahne kısa sürse de içinde çokça anlam barındırıyor. Film işini halleden Muzaffer en sonunda gerçeği Saffet’e söylüyor. Tabii, “İstanbul’da yapamazsın sen, orası büyük şehir, biz bile zar zor yaşıyoruz, sen köyünde kal” öğütleri veren sonradan görme, bencil bir adamın kendi insanına tepeden bakışıyla.
Gelelim küçük Ali’ye. Benim en sevdiğim karakter Ali oldu bu hikâyede. Ali’nin bu hayata dair sıkıntısı ve arzusu müzikli bir saatinin olması. Bunun için ise çiğ bir yumurtayı kırk gün boyunca cebinde taşıması gerekiyor. Filmin başlarında Muzaffer’in “Yumurtayı pişir, böylece kırılmaz” önerisine “Hile olur ” diyen Ali’nin yumurtası, domates sepetini taşıdığı esnada kırılıyor. Ancak Ali için oyun henüz bitmiyor. Kasabadaki bir kümesten yumurta çalıyor ve kırılanın yerine koyuyor. İsteklerimize ve arzularımıza ulaşmak için nasıl da çabucak değişebiliyor ve olmaz dediklerimizi bir an dahi düşünmeden yapabiliyoruz… Ali bunun bariz bir örneği. Sonrasında Ali müzikli saatten vazgeçip çakmak istiyor, müzikli ve çakılı çakmağı elde ettikten sonra bu defa tekrar saate dönüş yapıyor. Yani neyi elde edersek edelim isteklerimiz ve sıkıntılarımız hiç bitmiyor. Muhtemelen Ali’nin sonraki sıkıntısı bisiklet, Muzaffer’inki filmi gösterime sokmak, Emin Amca’nınki 20 yıl daha yaşamak, Saffet’inki ise İstanbul’a giderse eğer bir kız arkadaş bulmak olacaktır. Evet aslında hayat bitmek tükenmek bilmeyen isteklerin peşinden koşulduğu garip bir yer.
Filmin teknik kısımlarına gelecek olursak; sinematografi olarak muazzam görüntüler yakalanmış, müzik seçimi de yerinde tabii ki. Aslında bu film diyaloglardan ziyade, görüntünün ön plana çıktığı bir iş olmuş Kasaba filminin aksine. Oyuncular ise tanıdık yüzler, ancak bu defa daha tecrübeli ve profesyoneller. Bunun sebebi ise yönetmenin oyuncuyu iyi yönlendirebilen bir kişiliğe sahip olması. Bu yüzleri gelecek filmde de göreceğiz. Küçük Ali’nin oyunculuğu ise bambaşka, kamera arkasında kısa bir sohbetine denk geldim, aynı doğallık. Ancak çekimler esnasında Ali’nin iki yumurta kırdığını ekliyor Muzaffer Özdemir kamera arkasında.
Filme Dair Kısa Bir Not: Sevgili Ahmet Uluçay, “Sinema İçin Bunca Acıya Değer Mi?” adlı hatırat kitabında Mayıs Sıkıntısı filminin senaryosunda Zeki Demirkubuz’la beraber Nuri Bilge’ye destek olduklarından bahsediyordu. Film üzerine biraz araştırma yaptıktan sonra öğrendim ki buradaki Ali karakteri Ahmet Uluçay’ın kendi yaşadığı bir hikayeymiş. Bu olayı tasarlayıp geliştirerek filme entegre etmişler Nuri Bilge Ceylan’la. Ahmet Uluçay ise Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak’ı borç parayla sefalet içindeyken çekti, vizyona çekildikten yıllar sonra girebildi. Evet, bir damla mürekkep yalamış adamların arasındaki küslük, kan davasından bile daha beterdi…