Yıl 1995. Sinema tutkunu bir genç kısa filminde oyunculuk yaptığı bir arkadaşının kamerasını satın alır ve doğup büyüdüğü topraklara doğru yola çıkar. Tek bir amacı vardır, içindekileri; hissettiği, özlem duyduğu ve anlatmak için sabırsızlandığı hayatı beyaz perdeye aktararak dünyayı kendi bakış açısından bizlere sunmak.
Nuri Bilge Ceylan’a sinema alanında birçok ilki yaşatan ve yaklaşık 18 dakika uzunluğundaki bu film herhangi bir diyalog içermiyor. Sakin, fotoğraflar dizisiyle başlayan hikaye ortalara doğru biraz daha hareketleniyor; ağaçlar, rüzgâr, hayvanlar, akan dereler, gök gürültüsü ve daha niceleri. Filmin sakin bir hava taşımasından ve diyalog içermemesi sebebiyle sıkıcı olduğunu düşünebilirsiniz, ancak yakalanan karelerin çeşitliliği ve kalitesi izleyici sıkmak yerine bazen hüzünlendiriyor, bazen de mutlu ediyor. Şiddetli bir rüzgâr eserken ağaç yapraklarını olanca gücüyle sallıyor, bu anlamlı sahne ilk olarak insana huzur veriyor, insan kendini doğanın içinde hissediyor. Ancak birkaç saniye sonra hüzünleniyorsunuz. Bazen şu ana kadar farkında olmadığınız yalnızlığınızı anımsıyorsunuz bazen de geride kalmış bir hayatı. Yani herkesin içinde bir şeyler bulacağı bir yapım bu. Bir anlamda da hayatın evreleri, yaşam ve ölüm arasında sıkışmış, doğanın kucağında kaybolmuş birkaç insanın suskun bakışlarının arkasında gizlenen soğuk bir hikaye.
Gerçekliğin yanında metaforlara da yer vermeyi ihmal etmemiş Nuri Bilge Ceylan. Fotoğraflar üzerinde gezen karıncalar, ölmüş bir kedi ve yine ölü olan o kedinin içinde yaşama devam eden karıncalar. Ve tabi ki şiirsel sinemanın belirtilerinden olan ses – görüntü zıtlığı. Küçük bir civcivin suyun üzerinde yüzerken çıkardığı o kocaman çığlık gibi ve daha niceleri. Bu detaylar filmi izlediğiniz her saniyeye gömülmüş şekilde, bunlar bizim farkına vardıklarımız, farkına varamadığımız onlarca alegori ise filmin karelerinde gizli.
Filmin çekim tekniğini ve odaklandığı karakterleri göz önüne alırsak ünlü yönetmen Andrei Tarkovsky esintileri oldukça fazla. Özellikle bazı sahneler Tarkovsky’nin “ZERKALO” adlı yapımını çokça andırmakta. Bu ise bizlere Nuri Bilge Ceylan’ın gelecekte nasıl bir sinema anlayışı olacağına dair (en azından sinematografi olarak) küçük bir ipucu.
Bir diğer konu ise bu kısa filmdeki oyuncular. Bizlere yabancı da olsa yönetmen için çokça tanıdık isimler oynuyor. İlk kısa filmi için anne ve babasını tercih etmiş yönetmen. Bu filmi ilk izlediğim zaman Nuri Bilge’nin neden diyalogsuz bir çekim gerçekleştirdiğini ve neden anne babasını oynattığını hemen anladım. Aslında bize anlatacak o kadar çok şeyi vardı ki yönetmenin, ancak yeterli prodüksiyon olmaması onu böyle bir yol tercih etmek zorunda bıraktı. Bu sebeple yönetmen bu filmi diyalogsuz çekmeye karar vererek burada bir risk aldı ve bu risk artı olarak kendisine yansıdı. (Bu konuyu Nuri Bilge’nin sonraki filmi olan Kasaba’da detaylıca açıklayacağım)
Olay örgüsü olarak zayıf bir senaryoya sahip olsa da sinematografi, yakalanan güzel görüntüler ve insanı içine alan metaforlar bu filmi üst noktalara taşımış. Sonrası Cannes Film Festivali’nden bir ödül ve Türk Sineması’na yeni bir bakış açısı kazandıran bir yönetmenin doğuşu.
Filmin ismi ise oldukça manidar. Yaşamına devam eden bir tırtılın ölümle çok bir derdi yoktur. Ancak kozasından çıkmış olan bir kelebeğin yaşayacak kaç günü vardır ki?