Sinema ilk ortaya çıktığı yıllarda o dönemki ideolojilerin propagandasının yapılması ve eleştirilmesi ile kitlelere hitap etmeye başladı. Rusya’da büyük yatırımlar yapılan sinema yıllarca Rus yönetmen Sergei Eisenstein vasıtasıyla Sovyet Rusya’nın propagandasını yaptı.
Amerika’da Charlie Chaplin ise kapitalist sistemin dayatıldığı halkının ve emekçilerinin sesi olarak sinemayı toplumsal sorunlara ışık tutmak için kullandı. 1950’lere gelindiğinde sinema toplum yerine bu defa bireye odaklanmaya başladı. Fransız yönetmen Robert Bresson, İsveçli yönetmen Ingmar Bergman ve Rus yönetmen Andrei Tarkovsky birey odaklı sinemanın öncülerinden oldular.
Birey odaklı sinema dünya genelinde gelişmeye devam ederken Türk Sineması bu tarza belki ayak uyduramadı belki de uydurmak istemedi. Genel olarak Yeşilçam’la süregelen Türk Sineması Kemal Sunal’ın başını çektiği filmlerle toplum sorunlarına eğilse de ileriye gidemedi ve yıllarca ne anlattıklarını bilmedikleri (Bazı değerli yönetmenlerin filmleri hariç) bir tarz hâkim oldu.
Gelelim Nuri Bilge Ceylan’ın ilk uzun metraj filmi olan Kasaba’ya. Bu film Türk Sineması’nda kendine çok yer bulamayan birey odaklı sinemanın işlenmeyen sorunlarına; kuşak çatışması, bireyin toplum içindeki yeri gibi birçok konuya ışık tutuyor.
Film dört bölümden oluşuyor. İlk bölüm uçsuz bucaksız bir kışın ortasında geçerken bu bölümde iki olay bizlere toplumsal bir eleştiri sunuyor; ilki okulda yemek için getirdiği yiyecekleri çürümüş bir kız çocuğuyken ikincisi kışın ortasında ayakları ıslanmış bir çocuğun çoraplarını sınıfın ortasında yanan sobada kurutması. Anlatılmak ve bizlere hissettirilmek istenen şey gayet açık, o sahnede ben de kendimi o sınıfın içinde hissettim; çünkü benzer manzaralara zamanında ben de şahitlik etmiştim.
İkinci bölüm ise bir kızın ve erkek kardeşinin gün içindeki ilişkisine değiniyor. Bu kısımda çokça doğa manzarasına yer vermeyi de ihmal etmiyor Nuri Bilge.
Üçüncü ve en uzun, gelişme bölümü olarak nitelendirilecek kısım ise kızın ve erkek kardeşin sahip olduğu aile üyeleri arasında geçiyor. Burada bizi üç kuşak karşılıyor; birinci dünya savaşında bulunmuş bir ihtiyar, Amerika’da öğrenim görmüş ancak sonunda tekrar köyüne dönmüş kendi içinde entelektüel, aynı zamanda ihtiyarın oğlu olan orta yaşlı adam ve bu adamın yeğeni olan askerden gelmiş bir genç. Kuşak çatışması bu üçlü arasında devam ederken hayatı sorgulama, bulunduğuyla yetinme gibi bireye özgü düşünceler burada bizlere sunuluyor. Gece karanlığında yanan bir ateşin etrafında dönen bu muhabbet sizi hemen içine alıyor. Buradaki üç karakterden birini odağınıza alıyorsunuz ve sonraki soracağı soruyu veya cevabı heyecanla bekliyorsunuz. İşte buradaki üçlü tartışma ve özellikle tartışmada yaş olarak en genç olan Saffet her gencin içinde bulunduğu bireysel sorunlarla boğuşurken dedesini anlattığı hikayelerden ve verdiği öğütlerden hiç hazzetmiyor. Hatta dedesi Saffet’i türlü işlere dahi sokmuş ancak onun için bu sistemde çalışmak ve hayatı bir hiç uğruna harcamak anlamsız, onun odak noktasında sadece kasabadan ayrılmak ve yeni bir hayat kurmak var. Kendi tabiriyle o kasabaya esir olmuş insanlar gibi yaşamın güzelliklerinden habersiz ölüp gitmemek. Aslında beynini kemiren tek soru şu “Büyük, ciddi ve herkese gerekli olan bir işin yapıldığı yerlere gitmekte kötü olan ne var ki?” Bu kısım hakkında fazla detaya girmeye gerek yok zira izlenmesi okunmasından daha zevkli ve düşündürücü olan bir sahne. Son olarak Nuri Bilge Ceylan yine metaforlara yer vermeyi ihmal etmemiş. Sohbet esnasında görülen bilinç altı rüyalarının sahne aralarına serpiştirilmesi ayrı bir hava katmış ortama.
Sonuncu ve dördüncü bölümde ise bir günü anlatılan ailenin yatma vakti geliyor ve film sakin sekanslarla, olağan ev halleriyle derin bir sessizliğe gömülüyor.
Filmin teknik kısımlarına gelecek olursak maalesef ki yönetmen izlerken seyir zevkini düşüren bir hata (aslında bu bir çaresizlik) yapmış; genel olarak karakterlere dublaj yapılmış ve bu çok yapmacık durmuş karakterler üzerinde. Sebebi mi, tabi ki yeterli olmayan prodüksiyon ve düşük bütçeyle ayarlanan oyuncu ekibi. Koza’da olduğu gibi bu filmde de yönetmenin ailesini görüyoruz. Nuri Bilge’nin önünde iki yol vardı; ya bu filmi elindeki oyuncularla diyalogsuz çekecek ve görüntüyle filmi kurtaracak (uzun metraj bir filmin diyalogsuz çekilmesi çok olası olmadığı için) ya da amatör oyuncular ancak sağlam senaryoyla filmi kurtaracaktı. Koza’da ilk yolu tercih etti ve başarıya ulaştı. Kasaba filmi için ise ikinci yol kurtarıcı oldu ve bu film; ben her türlü imkansızlığa rağmen ne olursa olsun film çekeceğim diyen sinema tutkunu bir gencin kariyeri için ilk basamağı oldu.