Geçtiğimiz hafta vizyona giren Ma, Octavia Spencer için büyük, saplantılı intikam hikayelerini konu alan filmler için küçük bir adım.
Yalnızca korku değil, birçok film türündeki klişelerden nasibini alıyor, Ma. Filmin başında Maggie (Diana Silvers) ve annesi Erica’yla (Juliette Lewis) tanışıyoruz. Kötü biten bir evliliğin sonunda, Erica kızını da alıyor ve büyüdüğü kasabaya dönüyor. Yaşı böyle şeyler için geçmiş olsa da kasabanın kumarhanesinde garsonluk yapıyor ve tek umudu kağıt dağıtıcılığına yükselebilmek. Bunun için de çok çalışıyor ve Maggie’yi başıboş bırakıyor. Klişeler birbiri ardına geliyor ve izlerken gözlerinizi devirmemek için çabalıyorsunuz.
Maggie, okuldaki yeni kız. Öğle yemeğini tek başına kütüphanede yerken, yanına bir grup genç geliyor. Yeni gelen kıza zorbalık eden popüler grup klişesi de gelecek diye bekliyoruz, ancak film bizi yanıltıyor. Etrafta kamyonla gezen, sürekli içen ve parti yapan bu gruba Maggie de hemencecik dahil oluyor.
Bir markete girip içki alabilecek yaşta değiller. O yüzden kamyonu marketin önüne çekip, içlerinden bir “gönüllü” seçiyorlar. O da gelip geçen yetişkinlerden içki almasını rica ediyor. Hiçbir yetişkin böyle bir şeye yanaşmıyor tabii ki. Hatta Maggie, köpeğini yürüyüşe çıkaran veteriner hemşiresinden rica ettiğinde azar işitiyor. Sue Ann, namıdiğer Ma’yla (Octavia Spencer) bu şekilde tanışıyoruz. Ancak kamyonu sürenin Ben Hawkins’in (Luke Evans) oğlu Andy (Corey Fogelmanis) olduğunu fark edince tutumu değişiyor. Gençlerin istediği tüm içkileri alıyor. Tabii hemen ardından gençleri, Ben’e ispiyonluyor. İçlerinden bir tanesi de yakalanmalarına Sue Ann’in sebep olduğunu düşünmüyor. Hatta içki alması için yeniden yanına gidiyorlar. Sue Ann onlara yakalanmayacakları bir yer sunuyor – evinin bodrumu. Daha iki kez karşılaştıkları kadının evine gitmekten de çekinmiyorlar. Ma lakabını kazanan Sue Ann’in bodrumu, liseli ergenlerin favori parti mekanı haline geliyor.
Film ilerledikçe Sue Ann’in, Ben ve Erica’yla sınıf arkadaşı olduğunu öğreniyoruz. Ben’in çirkin oyunu, Sue Ann’in ömürlük travmasına dönüşmüş. Sue Ann başlangıçta çocuklara bağlanıyor, çünkü elinden alınan gençliğini yeniden yaşama şansı buluyor. Onlara içki alıyor, onlarla birlikte parti yapıyor ve çocuklara, ebeveynlerinin dinlediği türden müzikleri dinleyebilecekleri bir mekan veriyor. Gerçekten de Kung Fu Fighting ya da Funkytown gibi şarkılarla parti yapan gençleri izlemek acı veriyor. Filmdeki gençler, o kadar aptalca ve inandırıcılıktan uzak yazılmışlar ki başlarına gelen her şeyi hak ettiklerini düşünmeye başlıyorsunuz.
Bir diğer problem, yönetmen Tate Taylor’un gençlerden sağlam bir performans alamaması. Booksmart filminde başarılı bir oyunculuk sergileyen Diana Silvers, bu filmde amatörden farksız. Diyaloglar aksaklıklarla dolu, korkunç replikler var. Blumhouse stüdyosundan çıkma filmde, sadece iki yerde ırkla ilgili konuşma geçiyor ve bunlardan ilki saçma bir şaka. İkincisi de güya bir öz farkındalık anı, ama olayın saçmalığı nedeniyle bir şakaya dönüşüyor. Blumhouse stüdyosunu, Get Out ve Us filmlerinden tanıyoruz, ancak sosyal bilince sahip bir korku filmi yapma çabası bu sefer işe yaramıyor.
Genie (Tanyell Waivers) ve Sue Ann arasında gelişen yan öykü ise gereksiz. Siyahi bir Gypsy Rose Blanchard (Gypsy’nin hikayesi için The Act filmine göz atabilirsiniz) serpiştirmenin filme hiçbir katkısı olmuyor. Sue Ann’in, kızı hasta olmadığı halde ona ilaç vermesi ya da yürüyebildiği halde tekerlekli sandalyeye mahkum etmesi başlı başına bir konuyken, sadece 2-3 dakika yer veriliyor. Lise travmasının intikamını almaya çalışan Sue Ann’in “sapkınlığı pekişsin” diye bu yan öykü ekleniveriyor. Genie’nin tek işlevi, deus ex machina olarak asıl kahramanlarımızı kurtarması.
Octavia Spencer, filmi sırtlasa da bunu güçlükle başarıyor. Spencer yetenekli oyunculuğu sayesinde sevimli ile ürkütücü arasında hızla geçiş yapabiliyor. Yine de senaryo sebebiyle hiçbir zaman tam anlamıyla zincilerini kırması ve ne kadar ileri gidebileceği konusunda bizi ikna etmesi mümkün olmuyor.
Ma, birçok açıdan camp’e ve istismar türüne yaklaşıyor, ancak senaryonun saçmalığını hiçbir zaman kucaklamıyor. İzleyiciye filmle birlikte gülme imkanı verebilecekken, filme gülme noktasına yerleştiriyor. Altında yatan “zorbalık kötüdür” mesajıyla bir şeyleri kotarmaya çalışsa da iyi düşünülmemiş sonuyla bunu başaramıyor. Sonuçta izleyicinin Sue Ann’e şefkatten çok öfke duymasına neden oluyor. Bir yandan da Sue Ann’in uğradığı istismarı önemsizleştiriyor ve mağduriyetini görmezden geliyor. Böylece siyahi kötü karakterin her türlü kötülüğü yaptığı sıradan bir korku filmi olmanın ötesine gidemiyor.