Sizi, Judd Apatow’un kariyerinde hızlı bir tura çıkarmak istiyorum. Turumuz; The 40-Year-Old Virgin, Knocked Up, Funny People, This Is 40 ve Trainwreck filmlerini kapsıyor. Yol boyunca bize, tüm bu filmlerde yer alan karakterler de eşlik edecek. Umarım onlara şöyle alıcı gözle bakma imkanı bulursunuz.
Hızlı bir tur olacak demiştim. Sadede geldik, kemerlerinizi çözebilirsiniz. Andy, Ben, George ve diğer tüm Apatow karakterleri… Ortak noktaları ne biliyor musunuz? Hepsinin istisnasız sevimli birer kaybeden olması. Hepsi de tipik Apatow formülünün ürünü. Etraflarındaki her şeyin sürekli değişmesine rağmen, onlar bir türlü büyüyemeyen çocuk adamlar. Her koşulda onları destekleyen, bir yandan da onları gelişmekten alıkoyan bir arkadaş grupları var. Ama bütün tuhaflıklarını geride bırakmadan, sadece birazcık büyüyerek daha iyi bir hayata sahip olmaları mümkün.
Judd Apatow, on yıldan fazla süredir böyle insanların hikayelerini beyaz perdeye taşıyor. Bazen Adam Sandler’ın kariyerini üstü kapalı ele alan Funny People gibi ilginç filmler ortaya çıkıyor. Bazen de ironik bir şekilde, Amy Schumer’ın kariyerini tek kelimeyle özetleyen Trainwreck (Güzide Türkçemize ‘Aşk Kazası’ diye geçse de, sevgili okurların burayı ‘felaket’ olarak okumalarını şiddetle öneriyorum. Maksat şaka boşa gitmesin) gibileri… Bu yüzden Judd Apatow’un, Pete Davidson gibi ayaklı bir problem kokteylini gördüğünde ellerini ovuşturmaya başladığını pekala düşünebiliriz.
The King of Staten Island, Pete Davidson’un hayatını kısmen otobiyografik şekilde ele alıyor. “Davidson komik ya da sevilesi bir insan mı?” sorusu tartışmaya açık olmakla birlikte, trajik bir hayatı olduğunu kabul etmek gerek. Söylediğime katılmıyor olabilirsiniz. Ama film 136 dakika boyunca, bu fikri boğazınızdan aşağı zorla tıktığı için kabul etmek durumunda kalıyorsunuz. Başka şansınız yok.
Herkesçe çok sevilen babasını kaybetmiş ve hayatını onun gölgesinde yaşayan bir garip Scott’ı (Pete Davidson) izliyoruz. Erkek çocuklarının babalarıyla olan sorunları mezarda bile bitmiyor. Hep bir mücadele. Babası gibi bir kahraman olamayacağını biliyor ve bunun ağırlığı altında eziliyor, Scott. Halbuki babası da tıpkı onun gibi, diğerleri gibi bir insan. İnsan olmak, bocalamaya eş. İşte bunu fark edemiyor. The King of Staten Island, buradan baktığımızda hayli kişisel bir hikayeyi barındırıyor. Sahip olup olabileceği tüm gücü de buradan alıyor zaten. Ama öyle sorunlu ilerliyor ki, tüm potansiyelini açığa çıkarması asla mümkün olmuyor.

Filmin tonunun aniden ve absürt şekillerde değişmesi, hem gereksiz hem de gereğinden uzun sahneler ve baygınlık getiren klişeler sözünü ettiğim sorunların başında geliyor. Bununla birlikte Pete Davidson, hikayeyi taşıyabilecek kadar güçlü bir karaktere sahip değil. Kendi hayatını anlatan bir filmin başrolünü sırtlayıp götüremiyor bile. Bütün iş, Marisa Tomei ve Bill Burr’un müthiş oyunculuklarına kalıyor. Pete Davidson’un anlatılmaya değer bir hikayesi olmadığını söylemiyorum, sadece onu böyle vazgeçilmez yapan şeyin ne olduğunu anlayamıyorum. Son iki yılda, Davidson’un problemli doğasından yola çıkan iki filmin (bkz. Big Time Adolescence) gereğinden fazla olduğunu düşünüyorum.
Scott’ın itfaiye istasyonunda kalmaya başlamasıyla, film biraz hayat buluyor. Yani son 40 dakikada. İtfaiye şefi olarak Steve Buscemi’nin de aramıza katılması filmin gerçekliğini pekiştiriyor. Özellikle Buscemi’nin New York İtfaiye Teşkilatı’nda geçirdiği zamanı ve Davidson’un babası gibi 11 Eylül saldırılarında görev aldığını düşündüğünüzde. Buscemi’nin yer aldığı basit ve kısa sahneler, filmin duygusal merkezini oluşturuyor.
Evet, Davidson kendi için çok önemli bir hikayeyi anlatıyor. Eminim bu işe kalbini ve ruhunu katmıştır, vesaire… Ama bir komedyenin savunmalarından sıyrılarak hayat hikayesini anlatması, filmin doğrudan başarılı olacağı anlamına gelmiyor. Önemli ve başarılı otobiyografilerin 27 yaşında yazılmamasının bir nedeni var. Pete Davidson söylediği yalana kendi inanıyor mu bilmiyorum. Ama gerçek hayatında, yarattığı karakterden daha olgun ve iyileşmeye açık biri olduğu izlenimi oluşmuyor.
The King of Staten Island, istediği kadar deneyebilir ve deniyor da… Ama birkaç iyi noktası, filmin ağlaklığını, hikayenin yerlerde sürüklenişini ve saçma sapan yönlere kaymasını haklı çıkarmak için yeterli değil. Tıpkı baş kahramanı gibi, The King of Staten Island da nereye gitmek istediğini hiç bilmiyor. Ve temiz havaya ihtiyaç duymadan önce, onun yaşadığı bodrumda keyif alabileceğimiz anlar sınırlı.