İyi hissettiren film sevenler, daha da sevmek isteyenler, tam kaçıracakken son anda yakalayanlar için, elimde çok güzel bir iş var: Palm Springs. Benden duymuş olun, üstelik time loop ve karma da cabası.
Biz çok gördük zaman döngüsünde sıkışıp, bugünün aslında dün olduğunu anlayanları. Çok gördük, dar bir zamanda kahramanlık yapmak için koşanları. Aslına bakarsınız, Palm Springs de farklı bir şey yapmıyor. Sadece, lakayıt bir erkek ve sinir krizinin eşiğindeki bir kadının çıkmazını, neşeli bir uyumla sunuyor. Öyle bir sunmak ki bu, yüzlerini unutur gibi olduğumuz oyuncuları hatırlatıcı etkide. J. K. Simmons’ı ekranda görünce “Not quite my tempo!” diyen abi olduğu şimşek gibi çakıyor zihnimizde. How I Met Your Mother’dan sonra mental çöküşteki Cristin Milioti’ye ne demeli? Bir adım geride durmakta fayda var. Ama Andy Samberg öyle mi? Brooklyn Nine-Nine’den alıp hiç bozmadan bu filme yerleştirmişler kendisini. Temiz iş bence. Ancak, hikaye biraz kılçıklanıyor. Çünkü dün, bugün ve yarın hep aynı.
Uzun süredir tek bir güne sıkışan Nyles’in (Andy Samberg) döngüsüyle başlıyoruz hikayeye. Birbirlerinin hayatında misafir oldukları sevgilisi Misty’yle (Meredith Hagner) düğüne gitmesi ve orada Sarah’la (Cristin Milioti) karşılaşması üzerine de katmanlaşıyor. Sebebini bilmediği bir döngüye hapsolan Nyles, yanlışlıkla bu döngüye dahil ettiği Sarah’la müthiş bir uyum yakalıyor. Bu zıt karakterlerin çekişmeli ama tatlı halleri, rengarenk bir ton belirliyor. Bu ikili, anı yaşayarak filmin aradığı anlama güç katıyor. Özellikle Sarah, anı yaşamadan önce içinde bulunduğu anlamsız durumu sindirmeye çalışıyor. Düşünsenize her sabah, “Çok güzel bir düğün olacak” sesiyle uyanıyorsunuz. Bu sesi duyan Sarah da, her gün yaptığının aynısını yapıyor: Yastığa tekme, yorgana bıçak. Tropikal gömlekli Nyles ise bu durumu kanıksamış vaziyette şöyle diyor: “Dün, bugün, yarın. Hepsi aynı.”

Nyles ve Sarah’ın bu belirsiz ve gizemli durumun akışını kırmaları beklenirken, akışa kendilerini bırakıyorlar. Her sabah aynı yerde aynı şekilde uyanmanın monotonluğunu görmeyip yeni bir şeyler yakalamaya çalışıyorlar. Korkuyla uyandıkları her sabaha, bir muzırlık sığdıracak kadar alışıyorlar artık. Sınırsızca bira da içiyorlar, mekanlarda dans da ediyorlar, havuz başında kokteyllerini de yudumluyorlar. Ve hatta polislere bile kafa tutuyorlar. Yeni hayatlarının içine, eski hayatlarının normallerini yediriyorlar hepsi bu. En fazla ne olabilir ki? En fazla çok şey olabilir. Rüzgar çok ters bir yönden esebilir, Nyles ve Sarah birbirine aşık olabilir ve filmin seyri gerilime evrilebilir.
Ansızın çıkıp gelen Roy (J. K. Simmons) adında birinin, Nyles’e ok atmaya başlaması tüm gülüşlerimizi baltalıyor. Durumu çok acıklı bir hal almışçasına yansıttım ama öyle değil. Nyles, poposuna ok yerken bile keyiflendiriyor bizi. Bu noktadan sonra dümeni gerçekçiliğe çevirip tüm kontrolü Sarah’a teslim ediyor film. Roy’un kim olduğunu ve gizemli mağaranın sırrının peşine düşülüyor. İçimizde bir yerlerde başka olasılıkların da olduğunun farkındalığı geliyor. Sanıldığı gibi detaylı bir AR-GE çalışması değil bu, sıradanlık asla elden bırakılmadan, aşk tohumlarıyla “anca beraber kanca beraber” olmanın gücüyle romantik komedinin bileşenlerinden sıyrılmıyor. Zaten öyle bir amaç da güdülmüyor. Dünyevi dertlerden sıyrılıp ağzımızın kulaklara ulaşması isteniyor yalnızca. Karakterlerin imajı göz doldursa da, Nyles’in müthiş gömleği aklımızı başımızdan alsa da, eğreti duran görsel efektler “Gerek var mıydı sahiden?” dedirtiyor. Yine de, insanın kendine bir iyilik yapıp bu film izlemesi gerekiyor.
Palm Springs, düşünüldüğü gibi Groundhog Day‘in yolundan gidiyor, evet. Ancak, çok geçmeden kendi damarını da buluyor. Milyonuncu kez 9 Kasım gününe uyanmanın keyfine başka türlü erişemezdik çünkü.