Deliler mutludur; çünkü mutlu olmak için yaşamazlar. Onlar sadece yaşar. Kendine akıllı diyen bizler ise yaşamak dışında her şeyi yapıyoruz. Çalışıyor, tüketiyor, daha çok tüketmek için daha çok çalışıyoruz. Tek derdimiz bu. En temel içgüdülerimizi unutalı yıllar oluyor. Kendimize “şerefli mahlûkat” gibi lakaplar takıyoruz. Kendimizi doğadaki her şeyden üstün görüyor, bununla da yetinmiyor, kendi içimizden daha şereflilerini seçiyoruz. Her bir şereflinin üstüne mutlaka başka bir şerefliyi koyuyor, hayatı zorlaştırmak ve anlamsızlaştırmak için elimizden geleni yapıyoruz.
Herkesin doğup büyüdüğü ufak kasabalarında muhakkak bir tane “deli” vardır. Ben de “Erdinç” adında bir deliyle büyüdüm. Erdinç, her deli gibi kendi halindeydi. Sevdiği insanlarla vakit geçirirdi. Vakit geçirmekten kastım gider onlarla şakalaşırdı. Erdinç tarafından seviliyorsanız, sırtınıza okkalı bir yumruk yemekten kaçamazdınız. Sizi tanımıyor ya da sizden haz etmiyorsa yüzünüze bile bakmazdı. Kimseye zarar verdiğini görmedim. Sadece insanlara değil doğaya karşı da zararsızdı. Tam bir çevreciydi. Sürekli çöp toplar, bazen bu çöplerin arasında hoşuna giden bir şey oldu mu onu alır ve sevdiği insanlara hediye ederdi.
Karnını doyurmak gibi bir derdi yoktu. Eline ne verilirse onu yerdi. Hiçbir gün kendisine uzatılan ekmeği yemeği reddettiğini görmedim. Arada kahvehanelere gider, milletin çayını içerdi. Hijyen gibi bir derdi hiç olmamıştı. Pislikten ve kirden çocukluğundan beri çekinmediğinden hiç hasta olmazdı. Taş gibi bir bünyesi vardı. Kışı tek bir montla atlatırdı. Ayağındaki ayakkabıyı asla tam olarak ayağına geçirmez, ayakkabısının hep topuğuna basardı. Yeni ayakkabı alıp verseniz bile ayakkabının önce topuğunu ezer sonra ayakkabıyı giyerdi. Şu ana kadar bir kere bile hasta olduğuna şahit olmadım.
Hiçbir şeyden korkmaz, gecenin bir yarısında mezarların arasında rahatça dolaşabilirdi. Ne ölüm ne hastalık, bu dünyada hiçbir derdi yoktu. Kariyer nedir bilmez, iş güç desen yüzüne güler geçerdi. Hayatta tek bir şeyden nefret ederdi. O da yağmurdan… Çünkü bir tek yağmur yağdığı zaman dışarı çıkıp yürüyemezdi. Bu hayatta yapmayı her şeyden çok sevdiği “yürümeyi” sadece yağmurlu havalarda yapamazdı. O yüzden yağmur onun en büyük düşmanıydı. Erdinç, “on bin adım atmak” gibi bir derdi olmadan saatlerce yürüyebilirdi. Vücudunda gram fazlalık yoktu. Zapzayıf ve sağlıklıydı. Ellerini arkasında kavuşturur ve söylene söylene öylece gezerdi.

İşte The Fisher King deliliğe bir övgü, hırs ve parayla gözü dönmüş insan evladına izleyip azıcık ders alması için çekilmiş bir modern zaman masalıdır. Çektiği delice filmlerle sinema dünyasına muhteşem filmler armağan etmiş olan Terry Gilliam’ın yönetmenliğini, Richard LaGravenese’nin ise senaryo yazarlığını yaptığı 1991 yapımı kült bir filmdir.
Terry Gilliam’ı tanımayanlar için de ufak bir bilgilendirmede bulunmak istiyorum. Kendisi Monty Python and the Holy Grail, Time Bandits, Brazil, Twelve Monkeys ve Fear and Loathing in Las Vegas gibi hala defalarca izlediğimiz harikulade filmlerin yönetmenidir. Fakat bu saydığım filmlerinden çoğu hak ettiği değeri çoktan görmüşken; başrollerinde Jeff Bridges ve Robin Williams’ın tam anlamıyla döktürdüğü bu film, halen keşfedilmeyi bekleyen bir inci tanesidir.
The Fisher King, sözde deli bir adam ile yine sözde aklı başında bir adamın karşılaşma hikâyesidir. Normalde denk gelmeleri beklenmeyecek bu iki insan, hayatın cilvesi olsa gerek bir şekilde birbirlerine dolanıverirler. Robin Williams’ın ustalıkla canlandırdığı “Parry” karakteri, modern zaman kurallarını tanımayı reddetmiş, insanların yanından geçerken “deli bu” diye burun kıvırdığı, aykırı olmayı tercih etmiş bir insandır. Jeff Bridges’in can verdiği “Jack” karakteri ise modern hayatın paçalarından damladığı bir adamdır. Ünlü bir radyo sunucusudur, çok zengindir, radyo programında istediği kişiye laf sokabilecek rahatlığa sahiptir. Fakat yalnızca sahip olduklarından ibaret bir varlıktır. Var olması sahip olduklarıyla mümkündür. “Parry” sahip olmadıkları ile canlı ve mutlu iken; “Jack” sahip olduğu şeylerin bir gün elinden gideceği korkusuyla yaşamayı beceremeyen cansız ve ruhsuz bir insandır. İşte bu iki insan bir gün karşılaşır ve modern zaman masalı gözlerimizin önünden akmaya başlar. Ve izledikten sonra uzun süre unutamayacağınız bir film sizi beklemektedir.
Filmin en güzel sahnelerinin birinde, iki kolunu ve iki bacağını kaybetmiş Vietnam gazisinin ağzından tüm filmi özetleyen şu cümleler dökülür:
“Tanıdığım bir adam var, her gün işe gidiyor. Günde 8 saat haftada 7 gün… Sinirleri bozulunca kendi varlığını sorgulamaya başlıyor. Bir gün işten çıkmak üzereyken patronu yanına çağırıyor ve diyor ki: ‘Hey Bob, neden buraya gelip kıçımı yalamıyorsun?’ Bizim adam ise ‘Canın cehenneme, bu makası boynuna saplayınca yüzünün şekli nasıl değişecek acaba’ diyor kendi kendine. Sonra bir an beni düşünüyor ve ‘Bir dakika’ diyor, iki kolum ve iki bacağım var, en azından dilenmek zorunda değilim. Ve elindeki makası bırakıp patronun kıçını yalamaya başlıyor… Aslında ben ahlak yolunda trafik işaretiyim, ‘Kırmızı’ diyorum… ‘Sakın daha ileri gitmeyin.'”
Bazen kırmızı ışıkta geçmeli, bazen de böylesine etkileyici bir film izlemelisiniz.