İnsanlar değişiyor. Alışkanlıkları, zevkleri günden güne farklılaşıyor. Bir zamanlar popüler olan uğraşlar zamanla birlikte unutulmuş zevkler müzesindeki yerini alıyor. Değişimin son zamanlardaki hızlanışının temelinde dijitalleşmenin yanı sıra insanların bir olguya ya da kavrama tam olarak bağlanamaması da yatıyor. Öyle ki her alanda ve anlamda artan seçenekler bireyin belirli bir konuyla olan bağını güçsüzleştiriyor.
Seçenekler ise aslında kısır bir döngü içerisine sıkışmış durumda. Bir süre önce unutulmuş zevkler müzesine kaldırılmış uğraşlar ve nesneler günümüz pazarındaki yerini tekrardan yeni bir ürünmüşçesine alıyor. Dijitalleşmeyle birlikte kaybolmaya yüz tutmuş analog olan çoğu şey de (plaklar, kitaplar, çizim gereçleri, analog fotoğraf makineler) günümüzde tekrardan pazarda aktif bir şekilde talep ediliyor.
Jens Meurer’in yönettiği An Impossible Project (2020) belgesel filmi, arka planına analoğa olan talebin artışını alırken bu artışı polaroid fotoğraf makinelerini yeniden gün yüzüne çıkaran David Bohnett’in eşliğinde, onun kurduğu şirketin ayak izlerinden faydalanarak açıklıyor. Sokağa şöyle bir çıktığınızda, boynuna fotoğraf makinesi asmış çokça kişi görürsünüz. Bu kişilerin çoğu önceden Canoncu ve Nikoncu diye dijital makinelerin teknolojilerine göre gruplaşmışken şimdi kullandıkları filmlerin değişen kalitesinden dolayı tartışmakta.
Peki analoğa olan bu ilgi nasıl arttı? Bohnett’in söylediği gibi insanların bir şeye sahip olma, onu elinde tutma, gerektiğinde koklama, ya da somut koleksiyonunu yapma isteği mi buna neden oldu? İşin doğrusu bunlar mümkün ama kültür endüstrisinin varlığını da yabana atamamak gerekiyor. An Impossible Project işin arz ve talep kısmına birlikte eğildiği için çift başlı bir anlatıyla analoğa karşı izleyenler üzerinde bir sahiplik duygusu yaratıyor. Muhtemelen filmi izleyenlerin çoğu belgesel bitince adı geçen ürünleri internette araştırmıştır. Bu da hem filmin anlatısının hem de analoğun etkileyici gücünden kaynaklanıyor.
Belgeselin tek göze batan tarafı ise, analoğun savunuculuğu yapan kişilere odaklanırken 35mm kamera kullansalar bile dijital gereçlerden faydalanmaları. Yani savunuculuğu yaptığı şeyin tam tersine bir harekette bulunması. (Bkz: Oksimoron) Durum böyle olunca, izleyiciyi “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” demekten geri kalmıyor.